Neden Rab’bin Sofrası Konusunda Anlaşamıyoruz?

“Rab’bin Sofrası’nın bir çekişme ve bölünme konusu olarak kullanılmasından daha üzücü, gözyaşına daha layık bir şey var mı?”
Philip Melanchthon bu soruyu Ağustos 1544’te sordu. Üzülmek için iyi bir nedeni vardı. Birkaç yıl önce, Martin Luther ve Ulrich Zwingli Almanya’daki Marburg Kalesi’nde Rab’bin Sofrası hakkında tartışmışlardı. Birkaç arkadaşı yanlarında bulunan Luther ve Zwingli, etrafları gözlemcilerle çevrili uzun bir masanın karşı uçlarında oturdular.
Luther, Almanya ve İsviçre’deki reform hareketini birleştirmek için artan baskı altında isteksizce katıldı. Büyüyen Katolik Kilisesi muhalefetine karşı birleşik bir cephe oluşturmak için sağduyu gerekiyordu. Eğer Luther ve Zwingli, Rab’bin Sofrası konusunda anlaşabilselerdi, iki ülke arasında hem teolojik hem de siyasi birlik sağlanabilirdi.
Ama olmadı.
Luther, inançlarına sımsıkı sarıldı ve hatta İsviçrelilerin Mesih’te kardeşleri olmadıklarını ima etti. Kilise tarihçisi Philip Schaff’a göre, tartışmanın ardından Zwingli gözyaşları içinde Luther’e yaklaşarak kardeşlik elini uzattı, ancak Luther bunu reddetti. İlk Protestan konseyi başarısızlıkla sonuçlandı.
En başa dönersek, Hristiyan düşünce tarihinde Rab’bin Sofrası’nın kutlanmasının nasıl geliştiğini görebiliriz. O zaman Luther ile Zwingli’nin neden Katolik Kilisesi’nden ve birbirlerinden farklı düşündüklerini daha açık bir şekilde anlayacağız.
Yeni Antlaşma’da Rab’bin Sofrası
Yeni Antlaşma’da Rab’bin Sofrası’nın anlatımını okuduğumuzda, bu özel olayın sadeliği hemen dikkatimizi çeker:
26 Yemek sırasında İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. “Alın, yiyin” dedi, “Bu benim bedenimdir.” 27 Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine vererek, “Hepiniz bundan için” dedi. 28 “Çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan antlaşma kanıdır.
Tören, amacında basit ve net görünüyor. Ancak Mesih, “Bu Benim bedenimdir” ve “Bu Benim kanımdır” demiştir. Dolayısıyla bu sözlerin anlamı hakkında kaçınılmaz olarak sorular ortaya çıkmıştır.
Erken dönem kilisesi, Mesih’in örneğini takip ederek, basit bir ayin düzenliyordu. Şehit Justin (yaklaşık MS 100-165), Hristiyanlığı savunmak için yazdığı İlk Apoloji kitabında, piskoposun veya kilise liderinin, komünyon ayinini ekmek ve şarap üzerine okunan bir övgü ve şükran duasıyla başlattığını yazmıştır. Cemaat “Amin” diye cevap verdi ve ardından kalplerin uzlaştığını gösteren kardeşçe bir sevgi öpücüğü gelirdi.Şehit Justin: İlk Apoloji, bölüm 65 ve 67.
Apostolik Babalar, Rabbimizin bu eylemine haklı olarak büyük önem vermeye başladılar. Mesih bu uygulamayı, öğrencileriyle beraber Fısıh Bayramı yemeğini yedikten sonra başlattığı için, ilk kilisenin ortak bir yemekten sonra Mesih’in ölümünü anması doğaldı. Şükran duası (eucharistia), zamanla sofranın kendisine eklenmiştir. Daha sonra, basit bir şükran duası olmaktan çıkıp, ekmek ve şarabın kutsanması için yapılan bir duaya dönüştü.
Ancak, bu unsurlar (ekmek ve şarap) nasıl anlaşılıyordu? Kilise Babalarından alıntılar, Mesih’in unsurların içinde mevcut kabul edildiğini gösteriyor. Antakyalı İgnatius (yaklaşık MS 115), “Efkaristiya, kurtarıcımız İsa Mesih’in, günahlarımız uğruna acı çeken ve Babamızın lütfuyla dirilttiği bedenidir”Antakyalı İgnatius: Smyrnalılara Mektup, 6:2. demiştir. Sonucunu Yuhanna 6:54-58 ayetlerine dayandırarak, Ignatius Rab’bin Sofrası’ndan ölümsüzlük ilacı olarak söz etti. Yiyip içerek, ebedî hayatın katılımcıları oluruz. Şehit Justin, unsurların sıradan ekmek ve şarap olarak görülmediğini, “ancak Kurtarıcımız İsa Mesih’in Tanrı Sözü tarafından bedenlendiği gibi... [unsurlar] da aynı beden almış İsa’nın eti ve kanı”Şehit Justin: İlk Apoloji, bölüm 66. olduğunu söylemiştir.
Üçüncü yüzyılda, Rab’bin Sofrası’nın katılanlar için ruhsal besin kaynağı olduğu fikri ortaya çıktı. Tertullian, “İnsan bedeni, Mesih’in bedeni ve kanıyla tazelenir, böylece ruh da Tanrı tarafından beslenebilir.” demiştir.Tertullian: Bedenin Dirilişi Üzerine (De Resurrectione Carnis), bölüm 8.
İkinci ve üçüncü yüzyıllarda Rab’bin Sofrası öğretisini nasıl özetleyebiliriz? Jaroslav Pelikan The Christian Tradition adlı kitabında şunları yazmıştır: Elimizdeki kayıtlara göre, hiçbir Ortodoks Kilise Babası, Efkaristiya’daki Mesih’in bedeninin ve kanının varlığını sadece sembolik olarak beyan etmemiştir (her ne kadar İskenderiyeli Klement ve Origenes buna yaklaşmış olsa da). Aynı şekilde, ayinsel unsurların özünün değiştiğini açıkça belirten kimse de olmamıştır (her ne kadar İgnatius ve Şehit Justin buna yaklaşmış olsa da). Ardından şunu ekler: “Gerçek varlık doktrini, bu iki aşırı ucun sınırları içinde yer alıyordu.”Pelikan, Jaroslav: The Christian Tradition (Chicago: University of Chicago Press), s. 167.
Gerçek varlık doktrini, Mesih’in bedeni ve kanının bir şekilde unsurlarla birleştiği anlamına gelir. Mesih böyle anıldığında, kurtuluşa katılan halkının arasındaydı. Bazıları bunu bedeni beslemek olarak gördü; diğerleri ise bunun sembolik olduğuna inanıyordu.
Örneğin, Augustinus ekmek ve şaraptan Mesih’in bedeni ve kanı olarak bahsetmiş, ancak aynı zamanda işaret ile işaret edilen şey arasında açıkça bir ayrım yapmıştır. Diğer bir deyişle, maddelerin kendilerinin değişmediğini iddia etti. Ona göre, Mesih’in etini yemek sembolikti. Berkhof, “Ayinin anma yönünü vurguladı ve kötülerin, ayin unsurlarını alsalar bile Mesih’in bedenine ortak olmadıklarını savundu. Hatta kendi zamanında birçok kişinin bu Kutsal Ayin’e gösterdiği batıl inançlı saygıya karşı çıktı”Berkhof, Louis: The History of Christian Doctrines (Grand Rapids: Baker, 1937), s. 252 diye yazmıştır.
Dördüncü yüzyılda, Efkaristiya, Latince “gönderme veya uğurlama” anlamına gelen missa kelimesinden türeyen Misa veya Mass (yani “Ayin”) olarak bilinmeye başladı. Bu kelime, ayinin sonunda papazın söylediği sözleri ifade ediyordu ve daha sonra tüm törene uygulanmaya başlandı.
Özetle, kilisenin ilk sekiz yüzyılı boyunca genel görüş, Rab’bin Sofrası’nın unsurlarına dair gerçekçi bir bakış açısı yönündeydi: Mesih, ekmek ve şarapta ruhsal olarak mevcuttur. Buna ortak olmak, Mesih’in bedenini ve kanını yemek demektir, ancak bu, kelimenin tam anlamıyla değildir.
Ekmek ve Şarabın Dönüşümü (Transubstansiyasyon)
M.S. 818 yılında, Paris’in kuzeyindeki Corbie’de bulunan ünlü manastırın başrahibi Paschasius Radbertus (MS 785-865), unsurların İsa’nın gerçek bedenine ve kanına dönüştüğünü iddia ettiği bir makale yayınladı. Ayin unsurlarının görünüşü değişmese de, rahibin sözleriyle bir mucize gerçekleşir: şarap ve ekmek, tarihsel İsa’nın gerçek bedeni ve kanı haline gelir. Dış görünüşlerin, duyuları aldatan birer perde olduğunu öne sürdü.
Bu öğreti tartışmasız kabul edilmedi. Rabanus Maurus (MS 780-856) gibi teologlar, böyle bir inancın işareti ile işaret edilen şeyi karıştırdığını belirttiler. 1050 yılında Tourslu Berengar, Mesih’in bedeni ve kanının özde değil, kuvvette mevcut olduğu görüşünü ortaya koydu. Madde değişmeden kaldı; gücün etkili olabilmesi için alıcının inancı gerekiyordu. Filozof Johannes Scottus Erigena (MS 810-877), Augustinus ile hemfikir olarak, ayin unsurlarının sembolik olduğunu ve değişmeden kaldığını belirtmiştir.
Tartışma yüz yıldan fazla sürdü. 1089 yılında Humbert (MS 1006-1061) adında bir piskopos, oldukça kaba bir şekilde, Mesih’in bedeninin bizzat rahibin elinde tutulduğunu, bölündüğünü ve imanlıların dişleri tarafından çiğnendiğini söyledi. Böylece, unsurlar tarihi Mesih’in bedeni ve kanı olarak kabul edildi. Lavardinli Hildebert bu görüşü savundu ve unsurların değişimine Transubstansiyasyon adını veren ilk kişidir. 1225 yılında düzenlenen Dördüncü Laterano Konsili bu doktrini onayladı.
Ünlü teolog Thomas Aquinas, Aristoteles’te, görünüşleri değişmeden unsurların nasıl değişebileceğini açıklayan felsefi bir kavram buldu. Nesneleri, ağırlık, renk ve koku gibi ikincil özellikleriyle tanırız. Ancak nesnenin gerçek özü, onun en içteki özüdür ve bizim için bilinmeyendir. Örneğin, bir balmumu topu şekil, renk ve kokusunu değiştirebilir, ancak yine de onun aynı madde olduğunu biliriz. Aynı şekilde Kutsal Ayin durumunda, ikincil nitelikler aynı kalır, ancak görünmez madde değişir. Bu madde değişikliği kutsama duası sırasında gerçekleşir, ancak ikincil özellikler etkilenmez. Bu durum, unsurların bir laboratuvarda incelendiğinde hiçbir değişim belirtisi göstermemesini açıklar. Ancak aslında bir mucize gerçekleşmiştir: Duyularımızın erişemediği özleri dönüşmüştür.
Bu açıklamanın, çürütülemez olma avantajı vardı çünkü bir şeyin özü duyularımızın kavrayışının her zaman ötesinde olduğundan, bu teoriyi kimse çürütemezdi. Aramızdaki kuşkucular, bir maddenin görünür nitelikleri değişmeden özünün nasıl değişebileceğini sormak ister. Elbette Tanrı bir mucize yapabilir, ancak Yeni Antlaşma’daki diğer mucizeler görme ve dokunma yoluyla doğrulanabilirdi. Unsurların dönüşümü neden özel bir durum olsun ki? Bir tarihçi, inancın ortadan kalktığını, büyünün ise ortaya çıktığını söyledi.
Thomas’ın öğretileri Katolik Kilisesi tarafından dogmatize edildi. Aslında, 1546 yılında Trento Konsili, Mesih’in bütün bedeni ve kanının, ruhu ve ilahiliği ile birlikte, Efkaristiya’da gerçek anlamda mevcut olduğunu onaylamıştır. Unsurlardan biri bölünmüş olsa bile, bütün Mesih her bir parçada mevcuttur.
Fikirlerin sonuçları vardır. Unsurların kelimenin tam anlamıyla İsa’nın bedeni ve kanı olduğu öncülü kabul edildikten sonra, tarihin çeşitli aşamalarında Kutsal Ayin etrafında başka gelenekler de ortaya çıktı.
İlk olarak, rahibe olağanüstü güçler verildi. Sıradan ekmek ve şarabı alıp, emriyle bunları İsa’nın bedeni ve kanına dönüştürme yeteneğine sahipti. Bu öğretinin bir açıklaması, The Dignity and Duty of the PriestYani, “Rahibin Saygıdeğerliği ve Görevleri”. başlıklı bir el kitabında yer alır:
Rahiplerin Mesih’in gerçek bedeni üzerindeki yetkisine gelince, inanca göre onlar kutsama sözlerini söylediklerinde, bedenlenmiş Tanrı, ekmek ve şarabın ayinsel görünümü altında itaat etmeye ve ellerine gelmeye kendini mecbur kılmıştır. ... Tanrı’nın kendisi sunak üzerine iner. ... Ne zaman çağırsalar O gelir ve ne kadar sık çağırsalar o kadar sık O gelir ve kendisini ellerine bırakır, hatta O’nun düşmanları olsalar bile. Ve geldikten sonra, tamamen onların emrinde kalır ve onlar O’nu istedikleri gibi bir yerden başka bir yere taşırlar. İsterlerse, O’nu tabernakülde (kutsal emanet kutusunda) kapatabilir, sunak üzerinde sergileyebilir ya da kilise dışına taşıyabilirler; dilerlerse, O’nun etini yiyebilir ve başkalarına yiyecek olarak verebilirler.
Kutsandıktan sonra, bu unsurlar tam anlamıyla Mesih’in bedeni ve kanıdır. Trento Konsili, en yüksek ibadet biçiminin — Tanrı’nın Kendisine layık ibadetin — bu dönüştürülmüş unsurlara sunulabileceğini belirtmiştir. İnançlılar, “gerçek Tanrı’ya layık olan latria ibadetini bu Kutsal Ayin’e sunabilirler.”Schaff, Philip: The Creeds of Christendom (Grand Rapids: Baker Publishing, 1983), II:131.
Mesih’in yeryüzündeki bedeni çarmıhta kurban edildiğinden, Mesih’in artık ayinde yeniden kurban edildiği fikri ortaya çıktı. Çünkü unsurlar gerçekse, Mesih’in beden alması tekrar tekrar gerçekleşir. Dolayısıyla, onun da tekrar tekrar kurban edilmesi gerektiği varsayımı makul görünüyordu. Baltimore Kateşizmi’nden alıntı yapacak olursak: “Kutsal Ayin, Çarmıh’taki Kurban’ı devam ettirir. Ayin her sunulduğunda, Mesih’in Kurbanı tekrarlanır. Yeni bir kurban sunulmaz, ancak ilahi bir güçle aynı kurban tekrar edilir.”Kelly, Bennet: The New Saint Joseph Baltimore Catechism (New York: Catholic Publishing House, 1962), s. 171.
“Yeni bir kurban sunulmaz” sözleri, Ayin’in Mesih’in kurbanının sembolik olduğu şeklinde yorumlanmamalıdır. Trento Konsili, Ayin sırasında Tanrı’ya gerçek ve uygun bir kefaret kurbanı sunulduğunu, bunun hem yaşayanlar hem de ölenler için geçerli olduğunu açıkça belirtmiştir. Kutsal Ayin’deki kurban, İsa Mesih’in hem rahip hem de kurban olması bakımından Çarmıh’taki kurbanla aynıdır. Tek fark, sunu şekliyle ilgilidir; çarmıhta kanlı, sunakta ise kansızdır. Dünya çapında, İsa’nın günde iki yüz bin kez kurban edildiği tahmin edilmiştir.
Anlaşılır bir şekilde, bu yüce unsurlar görüşüne uygun bir litürji gelişti. İsa’nın ilk akşam yemeğinde ettiği basit dua, ayrıntılı bir ritüele dönüştü. Kutsal Ayin, kısa sürede İncil’deki anlatımlara benzemez hale geldi. Töreni o kadar abartılı hale geldi ki Voltaire onu “yoksulların büyük operası” olarak adlandırdı.
Sıradan insanlar kâseden (kandan) içmelerine izin verilmiyordu çünkü Mesih’in kanını dökebilirler. Ardından, katılımcının İsa’nın bedeninin başka yiyeceklerle karışmaması için birkaç saat boyunca yemek yememiş olması koşuluyla, Kutsal Ekmek’in bile yenmemesi gerektiği düşüncesi ortaya çıktı. Bu, elbette, Mesih’in öğrencilerine verdiği “Hepiniz bundan için” (Matta 26:27) emrine aykırıydı. Ve Markos şöyle kaydeder: “hepsi bundan içti” (Markos 14:23). Yeni Antlaşma’da elçilerin hem ekmeği yediklerini hem de kâseyi içtiklerini unutmayın. Dahası, bunu Fısıh yemeğini yedikten hemen sonra yaptılar.
Bir gelenek diğerine yol açtı. Ayin, sadece yaşayanlar için değil, ölüler için de kullanılmaya başlandı. Kilisenin insan ruhu üzerindeki gücü ölümle sona ermediğinden, vefat etmiş kişiler için ayin düzenlenebilir.
Hatta, birkaç farklı türde Kutsal Ayin vardır: (1) özel ihtiyaçlar için yapılan Adak Ayini (veya Votive Ayini), örneğin bir karar veya krizle karşı karşıya kalındığında; (2) ölenler adına yapılan Cenaze Ayini (Requiem Misa); (3) evlilik törenlerinde yapılan Düğün Ayini (Evlilik Misa) ve (4) bir piskopos veya başka bir yüksek rütbeli din adamı tarafından yapılan Piskoposluk Ayini veya Pontifikal Ayin. Bunlar, Sessiz Ayin ya da Yüksek Ayin biçiminde mevcuttur (Yüksek Ayin ilahilerle söylenir ve genellikle bir koro eşlik eder).
Artık, bu uygulamaların Kutsal Yazılara dayandığı iddiası bile ortadan kalkmıştır. Geriye kalan, sıradan unsurları İsa’nın gerçek bedenine ve kanına dönüştürdüğüne inanılan ayrıntılı bir ritüeldir. Burada Mesih yeniden sunulur, lütuf alınır ve Tanrı ile insan karşılaşır. Katolik ibadetinin doruk noktasıdır.
Kutsal Ayin, Kurban Edilmesi Midir?
Unsurların gerçekten dönüştüğüne inansak da inanmasak da, tartışılması gereken daha da önemli bir soru var. Mesih Kendini tekrar tekrar kurban olarak sunmak zorunda mıdır? Unutmayın, Kutsal Ayin sadece Mesih’in acılarının yeniden canlandırılması değildir; resmi Katolik görüşü, Mesih’in tekrar tekrar kurban edildiği yönündedir.
Roma Katolik Kilisesi, kurban anlayışını, kurbanların sürekli olarak sunulduğu Eski Ahit ritüellerine dayandırır. Bu, Katolikliğin kurtuluşun asla bitmeyen bir süreç olduğunu öğretmesinin nedenini açıklar. Geçmiş affedilse bile, yarın yeni bir gündür. Kutsal Ayin, günah çıkarma, Meryem’e dualar — bunların hiçbiri insanın Tanrı’yla olan ilişkisini sonsuza dek kesinleştirmez. Tutarlılık, Mesih’in çarmıhtaki kurbanının da asla bitmediğini gerektirir. O, defalarca sunulur.
Ancak, Yeni Antlaşma’nın İbraniler Kitabı, Mesih’in kurbanının Tanrı için yeterli olduğunu açıkça belirtir. Ancak, Yeni Antlaşma’nın İbraniler Kitabı, Mesih’in kurbanının Tanrı için yeterli olduğunu açıkça belirtir. Bu nedenle, kurban bir ve son kez sunulmuştur.
Mesih’in kurbanı ile Eski Ahit’teki kurbanlar arasında dört karşıtlık verilir (İbraniler 10:10-14):
- Eski Ahit’te birçok kâhin kurban sunardı; aslında, vardiyalı çalışırlardı. Ama şimdi sonsuza dek yaşayan tek bir Başkâhin vardır.
- Her gün, günah işlendiğinde birçok kurban sunuluyordu. Ancak Mesih, “günahlar için sonsuza dek geçerli tek bir kurban” sundu. O’nun bu eylemi, kurban sistemini sonsuza dek sona erdirdi.
- Eski Ahit’teki kurbanlar yalnızca geçmiş günahları giderebilirdi — bu yüzden tekrar tekrar sunulmaları gerekiyordu. Ancak 14. ayette Mesih hakkında şöyle okuyoruz: “Çünkü kutsal kılınanları tek bir sunuyla sonsuza dek yetkinliğe erdirmiştir.”
- Eski kâhinler görev başındayken oturmalarına izin verilmezdi. Ama Mesih, işi bittiği için Baba Tanrı’nın sağ tarafına oturdu.
Bahsedildiği gibi, Katolik kilisesi Eski Antlaşma’nın kurban ve ritüel modeline dayanır. Rahiplik, sunuların sürekli niteliği, kurtuluşun tamamlanmamış olduğu algısı — bütün bunlar, Mesih’in gelişinin meydana getirdiği köklü farkı anlamakta yetersiz kalır.
Reform Hareketi
Dindar bir Katolik olan Luther, başlangıçta Ekmek ve Şarabın Dönüşümüne inanıyordu ve bir rahip olarak kutsal unsurları kutsuyordu. Tüm el kitaplarını okudu ve bu ciddi törene titizlikle hazırlandı. Sunak’ta yerini aldı ve şu sözlere gelene kadar ayin metnini okumaya başladı: “Sana sunuyoruz, ey yaşayan, gerçek, ebedi Tanrı.”
O anda dehşete kapıldı. Daha sonra şöyle hatırladı: “Ben kimim ki gözlerimi kaldırıp ellerimi İlahi İhtişam’a doğru uzatayım? Melekler O’nu çevreliyor. O başını salladığında yeryüzü titriyor. Ve ben, sefil bir cüce olarak, ‘Bunu istiyorum, şunu istiyorum’ diyebilir miyim? Çünkü ben sadece toz ve külüm.” Bainton’un ifadesiyle: “Kutsallığın dehşeti ve Sonsuzluğun korkusu ona yeni bir yıldırım gibi çarptı ve ancak korku dolu bir kendini zorlamayla sonuna kadar sunakta durabildi.”Bainton, Roland H.: Here I Stand - A Life of Martin Luther (The New York American Library, 1950), s. 30.
Roma Katolik Kilisesi’nin resmi görüşü, bu unsurların, rahibin karakterinden ve hatta bunları alanların inancından bağımsız olarak içsel bir güce sahip olduğu yönündeydi. Sonra, Luther Roma’yla bağlarını kopardığında, Rab’bin Sofrası’nın değerinin, ayin unsurlarını alan kişinin imanına bağlı olduğunu vurguladı. Ayrıca, Transubstansiyasyon inancını, “Gerçek Varlık” veya “Konsubstansiyasyon” olarak adlandırılan anlayışa göre değiştirdi. Mesih, unsurlarda harfi harfine mevcuttu ancak onlar değişmemişti. Böylece, dönüşüm olmaksızın harfi harfine bir varlığı savundu.
Reformcular, Rab’bin Sofrası’nın kurban teorisini reddettiler. Ancak bu törene ilişkin kendi anlayışlarını oluşturduklarında, yollarını ayırdılar. Rab’bin Sofrası ibadet ve hizmetlerinin merkezinde yer aldığı için, inançları çok sağlamdı.
Bu nedenle, Luther ve Zwingli Marburg’da karşılaştıklarında, hararetli bir tartışma kaçınılmazdı. Daha önce Zwingli, Mesih’in Rab’bin Sofrası’nda fiziksel olarak bulunmasının mümkün olmadığını, çünkü bedeninin sadece üç şekilde (yani doğal, dirilmiş veya mistik olarak) var olabileceğini yazmıştı.
Mesih, “beden bir yarar sağlamaz” (Yuhanna 6:63) ayeti nedeniyle unsurlarda doğal olarak mevcut olamazdı. Ne de Mesih’in dirilmiş bedeni orada bulunabilirdi, zira “bu Benim Bedenimdir” sözleri öğrencilere dirilişten önce söylenmişti. Ve Mesih mistik olarak mevcut olamazdı, çünkü O’nun mistik bedeni, ölüme teslim edilmiş olarak anılmayan kilisedir. Eliminasyon süreciyle Zwingli, unsurların yalnızca sembolik olduğu sonucuna vardı.
Buna yanıt olarak Luther, Kutsal Ayin’de Mesih’in gerçek varlığına ilişkin görüşünü açıkladığı bir kitapçık yazmıştı. Ona göre Mesih’in her iki doğası birbirini nüfuz eder ve insanlığı, ilahiliğinin özelliklerine katılır. Tanrı her yerde mevcutsa, Mesih’in bedeni ve kanı da her yerde ve Kutsal Ayin’de de mevcut olabildiğini savundu. Luther, Mesih’in sözlerinin kelimesi kelimesine anlaşılmasını istiyordu; ancak özlerin değiştiğini reddediyordu.
Tartışma sırasında yeni hiçbir argüman ileri sürülmedi, fakat bu tartışma anlaşmazlık noktalarını netleştirdi.
Luther haykırdı:
Temel iddiaların şunlardır: Son tahlilde, bir bedenin aynı anda iki yerde olamayacağını kanıtlamak istiyorsun. ... Ben ise Mesih’in nasıl hem Tanrı hem de insan olabileceğini ve bu iki doğanın nasıl birleştiğini sorgulamıyorum. Çünkü Tanrı tüm düşüncelerimizden daha güçlüdür ve bizler O’nun Sözüne boyun eğmeliyiz. Mesih, “Bu Benim Bedenimdir” dediğinde, Mesih’in bedeninin Kutsal Yazıların söylediği yerde olmadığını kanıtla!
Aklın kanıtlarına kulak vermem. Maddi kanıtları, geometrik ilkelere dayanan argümanları kesinlikle reddediyorum. Tanrı tüm matematiğin ötesindedir ve Tanrı’nın sözleri saygıyla karşılanmalı ve huşu içinde yerine getirilmelidir. “Alın, yiyin, bu Benim Bedenimdir” (Matta 26:26) diyen Tanrı’dır. Bu nedenle, bunun aksini gösterecek geçerli Kutsal Kitap kanıtları talep ediyorum.
Bu noktada Luther, masanın üzerine tebeşirle “Bu Benim Bedenimdir” yazısını yazdı ve üzerine kadife bir bez örttü.
Zwingli şu şekilde karşılık verdi:
Dr. Luther’in bu görüşünden vazgeçmesini engelleyen şey, bir önyargı, bir peşin hükümdür. O, Rab’bin Sofrası’ndaki bedenin sembolik olduğunu kanıtlayan bir ayet alıntılanana kadar vazgeçmeyi reddediyor.
Kutsal metinlerin karşılaştırılması her zaman gereklidir. Kutsal Kitap’ta “Bu bedenin işaretidir” diyen bir ayet olmasa da, Mesih’in fiziksel bir yemek fikrini reddettiğine dair kanıtlarımız var. Yuhanna 6. bölümde Mesih, fiziksel bir yemek fikrinden uzaklaşır. Bundan, Mesih’in Rab’bin Sofrası’nda fiziksel anlamda Kendisini vermediği sonucu çıkar.
Bizzat sen, teselli verenin ruhsal bir sofra olduğunu kabul ettin. Ve bu önemli konuda hemfikir olduğumuza göre, Mesih’in sevgisi adına, bu farklılıklar nedeniyle kimseyi sapkınlık suçuyla yükümlü tutmamanı rica ediyorum.
Zwingli daha sonra Kutsal Yazılardan bazı ifadelerin sembolik olduğunu gösterdi ve Luther’in sadece bir söz sanatını tanımayı reddettiğini savundu. Ancak tartışmanın sonunda Luther, gerçek varlık ya da Konsubstansiyasyon inancını kararlılıkla sürdürdü. Bu doktrini reddetmek, diğer sapkınlıkları kabul etmeye yol açacaktı.
Zwingli, sakramenti, Mesih ile inanan arasındaki evlilik birliğini mühürleyen bir yüzüğe benzeterek, anma (sembolik) görüşünde sarsılmaz bir şekilde kaldı. Ve her iki tarafın da inatçılığı nedeniyle bölünme devam etti; bu durum bugün bile Luteryen ve Reform kiliseleri arasındaki ayrılıkta açıkça görülür.Bkz. Ziegler, Donald J.: Great Debates of the Reformation (Random House, 1969), ss. 71-107.
Şimdiye kadar Rab’bin Sofrası ile ilgili üç görüşü ele aldık: Transubstansiyasyon, Konsubstansiyasyon ve Anma (sembolik) görüşü. Ancak dördüncü bir görüş daha vardır. Calvin, son ikisi arasında bir uzlaşma önerdi. O, sakramentte Mesih’in ruhsal varlığı görüşünü benimsedi. Bu anlam Mesih’in vaadini mühürler ve onaylar. Kutsal Ruh, ekmek ve şarabı ruhsal besinimiz haline getirir. Calvin’e göre Mesih harfi harfine mevcut değildir, ancak unsurlar sembolden daha fazlasıdır; ruhsal bir gerçekliği aktarırlar.
Gerçek Anlamda Mı, Figüratif Mi?
Bu tartışmanın en önemli sorusu, Mesih’in “Bu Benim Bedenimdir. Bu kâse, sizin uğrunuza akıtılan kanımla gerçekleşen yeni antlaşmadır” sözlerinin yorumuna bağlıdır. Bunlar kelimenin tam anlamıyla mı yoksa mecazi olarak mı yorumlanmalıdır?
Bu pasajda, kelimelerin mecazi olduğu yönünde birkaç ipucu vardır.
Örneğin, İsa şöyle dedi: “Bu kâse, sizin uğrunuza akıtılan kanımla gerçekleşen yeni antlaşmadır.” Protestan ve Katolik tüm din bilginleri, Mesih’in elinde tuttuğu kâsenin Yeni Antlaşma olduğunu kastetmediğini kabul ederler. “Kâse” kelimesi, içindeki içeriği ifade etmek için kullanılmıştır. Açıkça, kâseyi değil, içindekileri içtiler. Böyle bir sembolizm tüm dillerde kullanılır.
Daha da önemlisi, Mesih kutsadıktan sonra bile ekmeği “ekmek”, şarabı “şarap” olarak adlandırdı. Onlara yiyip içmelerini söyledikten sonra, Tanrı’nın Egemenliği gelene dek Kendisinin artık asmanın ürününden içmeyeceğini söyledi (Luka 22:18). O, az önce kutsadığı şeyi “asmanın ürünü” olarak adlandırmıştır.
Demek ki Mesih, kutsanmış unsurlara beden ve kan değil, ekmek ve şarap dedi. Yine Pavlus, layık olmayan bir şekilde ekmeği yemek ve kâseyi içmekten daha açık bir şekilde bahseder (1. Korintliler 11:27). Kutsama duası bittikten sonra, o hala onlara ekmek ve kâse dedi.
Mesih bu sözleri söylediğinde, henüz yüceltilmemiş insan bedeniyle onlarla birlikte masada oturuyordu. Kan damarlarında akıyordu. Öyleyse, masadaki ekmek ve şarap hangi anlamda O’nun bedeni ve kanı olabilirdi?
Sık sık bir arkadaşımıza bir fotoğraf gösterip “Bu benim kızım” deriz. Mesih’in kendisi, saymakla bitiremeyeceğim kadar çok kez mecazi dil kullanmıştır. O, “Ben gerçek asmayım” ve “Ben kapıyım” dedi. Buradaki sembolizm doğal ve uygun olurdu.
Rab’bin Sofrası sembolik olarak yorumlanırsa, bu olayın kutsallığını azaltır mı? Ben sanmıyorum. Bir bayrağa, bir ülke değil sadece onun bir temsilcisi olmasına rağmen, saygıyla davranırız. Bu nedenle, unsurlar derin sembolizmleri nedeniyle saygıyla ele alınmalıdır.
Ancak Katolik Kilisesi sık sık, Mesih’in kendisini Yaşam Ekmeği olarak tanımladığı sözlerine atıfta bulunmuştur:
53 Size doğrusunu söyleyeyim, İnsanoğlu’nun bedenini yiyip kanını içmedikçe, sizde yaşam olmaz. 54 Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. 55 Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. 56 Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda.
Yamyamlık Kutsal Kitabın genel öğretisiyle tutarsız olduğundan, Mesih’in bu sözlerini harfi harfine kastetmesi olası değildir. Dahası, Eski Antlaşma kan içmeyi açıkça yasaklamıştır (Levililer 17:10). Yeruşalim’deki ilk kilise konsili bu yasağı onayladı (Elçilerin İşleri 15:29).
Mesih’in sözlerinin anlamının ipucu, Yahudilerin kuzu eti yedikleri ve Fısıh şarabını içtikleri Eski Ahit’teki Fısıh Bayramı’nda bulunur. Pavlus, Mesih’in artık bizim Fısıh kuzumuz olduğunu söylüyor. O, bu bayramın gerçekleşmesidir. Bu nedenle, bir kişinin O’nunla olan ilişkisi yaşamı verendir.
Ama biz gerçekten O’nun etini yiyip kanını içmemiz mi gerekiyor? Öyleyse, Mesih’in konuştuğu Yahudiler bu şartı yerine getiremedikleri için sonsuz yaşamı elde etme fırsatına sahip olamazlardı. Mesih ne demek istediğini şöyle açıkladı:
57 Yaşayan Baba beni gönderdiği ve ben Baba’nın aracılığıyla yaşadığım gibi, bedenimi yiyen de benim aracılığımla yaşayacak. 58 İşte gökten inmiş olan ekmek budur. Atalarınızın yedikleri man gibi değildir. Atalarınız öldüler. Oysa bu ekmeği yiyen sonsuza dek yaşar.
Mesih’i nasıl yemeliyiz? O, Babası ile olan ilişkisiyle yaşadığı gibi, biz de O’nunla yaşamalıyız. Mesih ruhun besinidir; ruhsal olarak yoksul olanlar için ekmek ve sudur. Onu yanlış anlamayalım diye, bir paragraf sonra Mesih şöyle dedi: “yaşam veren Ruh’tur; beden bir yarar sağlamaz” (Yuhanna 6:63).
Rab’bin Sofrası öncelikle bir düşünme ve tapınma zamanı olmalıdır. Her türlü yanıltıcı geleneği kararlılıkla reddetmemiz gerekse de, Rabbimizin ölümünü O’nun belirlediği şekilde hatırlamalıyız. Çoğu Protestan kilisemizde Rab’bin Sofrası’nın, hak ettiği öne çıkan yerine yeniden getirilmesi gerekir. Kısa vaazların ve popüler dinin hakim olduğu bir günde, bu şölenin hayranlığını ve gizemini asla kaybetmemeliyiz.
Katılım ayrıcalığı asla hafife alınmamalıdır. 1521 yılının Noel Günü’nde Luther’in bir arkadaşı olan Carlstadt, Wittenberg Kale Kilisesi’nde toplanan iki bin kişiye hem ekmek hem de şarap dağıttığında yaşanan coşkuyu hayal edebiliyoruz. Yüzlerce yıldır inananlara tanınmayan bir ayrıcalık geri verildi. Reformcular buna “inananların rahipliği” adını verdiler.
Melanchthon bugün hayatta olsaydı, Rab’bin Sofrası’nı çevreleyen tartışmalar yüzünden ağlamayabilirdi, ancak onun anlamı ve önemi konusundaki kayıtsızlığımız yüzünden üzülürdü. Bu da gözyaşlarına değer bir durumdur.
Bu makale Erwin Lutzer’in “The Doctrines That Divide: A Fresh Look at the Historic Doctrines That Separate Christians” adlı kitabının “We Can’t We Agree about the Lord’s Supper” başlıklı 6. bölümünden alınmış ve Tanrı’yı Arzulamak ekibi tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
Yorumlar